Sydney’den fotoğraflar
Sydney’de dolaşırken cep telefonumla çektiğim bazı fotoğrafları şehir hakkında bilgi vermesi bakımından sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazmamı istediğiniz bir konu varsa yorum kısmına not bırakırsanız sevinirim. Yakında yeni bir yazı ile tekrar görüşmek dileğiyle.
Brighton Le-Sands
Botany Bay’e baktığı için okyanusa dönük plajlara göre daha az dalgalı, yüzmek ve su sporları için ideal bir plaj. Park problemi de olmadığı için favori plajlarımdan.
1915’de yapılan konservatuvar binası
Pyrmont köprüsü üzerinden darling harbour’ın görünümü
Sağda görülen kongre merkezinin inşaatı yeni bitti. Şu sıralar kaldırımın sonundaki bina olan IMAX sinemasını yıkmakla meşguller. Yerine daha uzun bir bina yapılacak.
King George Park önünde tekneler
Royal Botanical Gardens’dan şehrin görünümü
Taronga Zoo amfitiyatro
Bu sene 3 yıl aradan sonra tekrar hayvanat bahçesini ziyaret ettik. Bu manzara için bile gitmeye değer.
Royal Botanical Gardens Elizabeth St. kapısı
Pioneers Memorial Park
Parkın bu bölgesi köpeklerin tasmasız gezmesi, koşup oynamaları için ayrılmış (off-leash zone)
The Domain
Şehir merkezindeki bu alanın altı oldukça büyük bir otopark. Üstü yeşil alan olarak değerlendirilmiş. Ağaçlar çok heybetli.
Royal Botanical Gardens
Botanik parkındaki palmiye ağaçları üzerine batan güneşin ışığı vuruyor.
Sydney Park
Bisiklete binmek ve özellikle de çocukların bisiklet sürmeyi öğrenmeleri için güzel bir park. Yapay göllerin etrafında oldukça uzun parkurlar var.
Türkiye’nin yeri neresi ?
Türkiye hiç olmadığı kadar zor zamanlardan geçiyor. İkinci dünya savaşından uzak durmayı başaran bir ülke, kişiler hırslar yüzünden içinden çıkamayacağı bir batağa dahil edildi. Artık bir bomba patladığı zaman kimin yaptığını bilemeyeceğimiz kadar çok düşmanımız var.
Ankara’da son 5 ay içinde 3.kez bombalı saldırı düzenlendi. İkinci saldırıdan sonra facebook’ta bir arkadaşım “orta doğu ülkesine çevirdiniz memleketi” şeklinde bir paylaşımda bulunca yazmadan edemedim. Orta doğu ülkesine mi döndük yoksa orta doğu ülkesi miydik zaten ?
Avustralya’ya ilk geldiğim gün Simon ile sohbet ederken hiç Asya’ya seyahat ettin mi ? diye sormuştu. Şaka mı yapıyorsun dostum demiştim. Bizim evimiz Asya’da. İstanbul’da her gün köprü geçerken Asya’ya hoş geldiniz, Avrupa’ya hoş geldiniz diye tabelalar görüyoruz ve iki kıta arasında mekik dokuyoruz ya ! Pek beklemiyordu böyle bir cevabı çünkü burada Asya demek çekik gözlülerin memleketi demek. Bizim köprünün Anadolu yakası Asya’dan sayılmıyor.
Sydney’deki berberim Irak’lı. Türk olduğumu bildiği için beni welcome ya habibi diyerek karşılıyor. Irak’lı berberleri, kesim tarzı olarak Türk berberlere çok benzediği için tercih ediyorum. Avustralya’lı berbere gidersem 3 kat para verip tuhaf bir saç modeliyle karşılaşmam garanti.
25 yıl olmuş Irak’ı terk edeli. Sizin oralar çok kötü oldu savaştan sonra, haftada bir bomba patlıyor pazar yerlerinde deyince, “sen haftada bir duyuyorsun, her gün patlıyor ama burada haber olmuyor” diyor.
Oğlumuz bu sene okula başladığı için veli toplantılarında yeni insanlar ile tanışıyoruz. Aksandan yabancı olduğumuzu fark edince nerelisiniz ? sorusu çok soruluyor. Türkiye cevabını duyunca orta doğuya hiç gitmedim diye cevap verenler var. Vah vah, sen şimdi Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye hiç gitmedin mi yani ? diye sorasım geliyor ama ciddi cevap vereceklerini bildiğim için de soramıyorum.
Favori restoranlarımızdan biri mahalledeki Lübnan lokantası. Babagannuş, humus, şiş kebap, üstüne baklava, demleme çay bile var.
Kültürümüz, yemeklerimiz, müziklerimiz, saç modelimizden konuşma tarzımıza kadar her şeyimiz diğer orta doğululara benziyor.
Oysa Türkiye’de yaşarken ben kendimi hiç orta doğu ülkesinde yaşıyor olarak görmedim. Türkiye Avrupa birliğine aday ülkeydi, doğu ile batı arasında bir köprüydü, futbol takımlarımız bile Avrupa kupalarında oynuyordu.
Orta doğu teknik üniversitesinde okumak bile gözümü açamamıştı. En azından üniversitenin adından şüphelenmem gerekirdi.
Modern Türkiye’yi diğer orta doğu ülkelerinden farklı kılan şimdi hızla yıpratılan Atatürk inkılapları idi. Aynı coğrafyada olmamıza rağmen diğer orta doğu ülkelerinden farklıydık.
Tutuklanan gazetecilere, meslekten men edilen akademisyenlere, politikacıların yozlaşmasına bakınca memleketin Avrupa yerine orta doğunun derinliklerine doğru götürüldüğü aşikar. Giderek artan şiddet ve terör de orta doğulu olmanın maliyeti değil mi ?
Alternatif bir tatil
On yıl önce iki arkadaşımla alternatif bir tatil yapalım düşüncesi ile yazın Karadeniz yaylalarını gezmeye gitmiştik. Bir hafta boyunca neredeyse güneş yüzü göremedik ama yine de Kaçkarların tepesinde gezinmek, yemyeşil doğa ile buluşmak harika bir deneyimdi. Tekrar gelmek lazım dedik ayrılırken. Ancak bir daha kısmet olmadı.
Tatil demek bize göre deniz ve güneş demek. Denize girmeyince ister istemez o yıl tatil yapmamışım hissine kapılıyorum.
Noel zamanı burada şirketler kapanıyor ve çalışanları mecburi yıllık izne çıkarıyor. Firma kaç gün kapanıyorsa o kadar yıllık izin kullanmak mecburi. 2-3 hafta civarı kapatıyor çoğu firma ve bu tarihler birbirine uymuyor. Mesela bizim firmamız 2.5 hafta kapalı kalıp Salı günü işbaşı yaptı. Tatile 3-4 ay kala hangi tarihler arası firmanın kapalı olacağına yönetim karar verip duyuru yapıyor.
Tatilden dönüyorsunuz, bakıyorsunuz iş yaptığınız firmanın çalışanları halen tatilde. Aralık ve Ocak ayları Noel geldi, Noel bitti, yeni yıl geldi, firma açıldı, kapandı, çalıştığım kişi izni uzatmış yurt dışından dönmemiş derken elle tutulur bir iş yapamadan geçiyor.
Madem mecburi izin kullanacağız, noel de yazın en sıcak günlerine denk geliyor, o halde bir deniz tatili yapmanın tam zamanı diye düşünerek 2 ay önceden otel rezervasyonlarımızı yaptık. Ücretleri peşin olarak ödedik.
Tatil zamanı gelince ise tam bir hayal kırıklığı ! Evden adımımızı attığımız andan, döndüğümüz ana kadar 4 gün sürekli yağmur yağdı. Biz yazların sıcak ve kurak, kışların ılık ve yağışlı olduğu bir iklimde büyüdüğümiz için yazın böyle sürprizlere hazırlıklı değiliz. Sydney’de ise her mevsimde sağanak yağmura yakalanma olasılığınız aynı.
Karadeniz’e tekrar gitme fırsatımız olmadı ama bu tatilde Karadeniz bize geldi. Fotoğrafları görünce daha iyi anlayacaksınız.
İlk durağımız Canberra. Buraya daha önce Turist gözüyle Sydney ve Canberra adlı yazıda değinmiştim. Bu sefer süremiz kısıtlı olduğu için sadece parlamento binasını geziyoruz. . Asıl geliş amacımız olan Canberra’da yaşayan 2 ayrı arkadaşımızla buluşup laflamak için kullanıyoruz zamanı.
Sonraki gün tekrar yola çıkıyoruz Batemans Bay’e doğru. Yolda uğradığımız Bungendore hediyelik eşyaların satıldığı şirin bir yer. Özellikle deri eşyalar satan bir dükkan var ki hangi hayvanın derisini arasanız bulabilirsiniz. İçerisi tıka basa deri eşyalar ile dolu.
Avustralya’da köy ya da kasaba gibi küçük yerleşim yerleri, Sydney gibi büyük bir şehrin mahallesini andırıyor. Küçük yerlerde bile tanıdık süpermarket zincirleri, fast food restaurantlarına, barlara rastlayabilirsiniz.
Yol boyunca sahile doğru yaklaştıkça yeşillik artmaya başlıyor. Bazı yerlerde ağaçlar o kadar büyük ve sık ki zaten yağmurdan dolayı az olan gün ışığı iyice kayboluyor.
Sonunda Conjola civarındaki otelimize varıyoruz. Arabayi otelin önüne park ediyorum. Bu esnada yağmur o kadar şiddetli ki 15 dakika arabadan çıkamıyoruz.
Bu da otelin bahçesinden çevrenin görünümü. Karadeniz bölgesini aratmıyor.
Conjola gölü civarında yanımıza gelen wallaby sürüsünün bir üyesi. Yanımızdaki krakerleri bitirdikten sonra ormanın içine doğru gözden kayboluyor. Bunlar vahşi hayvanlar ancak insanlar tarafından beslenmeye alıştıkları için genelde kamp alanları civarında takılıyorlar.
Planımızda dünyanın en beyaz kumlarının olduğu Hyams plajında denize girmek de vardı ancak yola çıkmadan önce köpekbalıkları sahile çok yaklaştığı için plajın kapatıldığı haberini alıyoruz. Yağmur da göz açtırmayınca bu seferlik orayı pas geçip eve geri dönmeye karar veriyoruz.
Çıktığımız yaz tatili denize giremeden son buluyor. Neyse ki Sydney’de denize girmek için tatile çıkmaya gerek yok. Şehrin içindeki plajların tadını çıkarmak için hafta sonlarının güneşli olmasını dört gözle bekliyor olacağız.
Sıcak hava dalgası
2015 blog açısından çok verimsiz bir yıl oldu. Geriye dönüp bakıyorum da yazdığım yazı sayısı topu topu 3 imiş.
Önce 2014 yılı sonunda ailemize yeni bir fert katıldı. Bebek telaşı, uykusuz geceler derken 2015’in ilk birkaç ayı geçti gitti.
Sonra Netflix Avustralya pazarına girdi. Aylık 9 dolara dünyanın dizisini filmini yüksek çözünürlükte seyredebiliyorsunuz. Hadi şu diziye başlayalım, hadi bu filmi de seyredelim derken aptal kutusunun karşısında takıldık kaldık. Baktım ki TV seyretmekten başka bir şey yapmaya vakit kalmıyor Netflix’i de iptal ettirdim.
Senenin ortasında araba satın aldım. Araba almışken gezmeden olmaz. Tam da havalar ısınmaya başlamışken haydi pikniğe, yüzmeye, daha önce toplu taşıma ile gidemediğimiz yerleri görmeye derken her daim gezer olduk. İşin güzel yanı bu araba dünyanın en pahalı benzinini de yakmıyor. Deponun tamamını doldursanız bile paypass[1] ile ödeyip geçiyorsunuz.
Şehir de yardımcı olmuyor. Sürekli bir yerlerde aktivite var. Bir yandan sertifikasyon sınavlarıma çalışıp diğer yandan hafta sonu çocukları hangi aktiviteye götürsek diye plan yapmaya çalışıyorum.
Yazmak için tek vakit çocukları yatırdıktan sonra kalıyor ama benim de enerjim artık azalmış oluyor.
Merak etmeyin bahaneler kısmı buraya kadar :=)
Avustralya okyanus ve iç kısımlardaki çöl ikliminden dolayı Türkiye’den çok farklı bir iklime sahip. Örneğin burada sıcak hava dalgası denen bir doğa olayı var. Bu dalga şehre geldiği an ısı bir anda yükseliyor. Mesela öğleden sonra saat 3’te ısı bir anda artmaya başlıyor ve 1-2 saat içinde 10 derece birden yükseliyor.
Son sıcak hava dalgasına iş çıkışı yakalandım. Saat 5:30 ta klimalı ofis ortamından çıkar çıkmaz yüzüme vuran sıcaktan ilk önce neye uğradığımı anlayamadım. Daha önce Mısır ve Dubai’de bulundum ama böyle bir sıcak hiç görmemiştim (belki yazın en sıcak günlerinde böyle oluyordur).
Eve varınca akşam yemeğini balkonda yemeye karar verdik. Havada en ufak bir esinti olmadığı için vantilatörü de balkona koydum ama sıcak sıcak üflüyor. Adeta saç kurutma makinesi gibi. Bu sıcakta nefes almak bile zor.
Alnımızdan şıpır şıpır terler damlarken bir yandan da yemek yemeye çalışıyoruz ki bir anda ağaçların yaprakları hareketlenmeye başladı. Güneşte kalmış arabaya binip de klimayı açarsınız ya aynı onun gibi yüzümüze soğuk bir hava vurmaya başladı. Birkaç saniye içinde sıcaklık 5-10 derece düşüverdi. Sıcak hava dalgası gitmişti.
Önce vantilatörü kapattık sonra apar topar üzerimize bir şeyler aldık. Çocuklar üşümesin diye yemeği balkondan içerideki masaya taşıdık.
Çok tuhaf, bu ülkeye taşınmasam hiç yaşayamayacağım bir tecrübe olduğunu düşündüm kendi kendime.
Bu hava olaylarının ne tür sonuçları olduğuna da bir sonraki yazıda değineceğim.
[1] Küçük alışverişler için tasarlanmış, şifre girmeden kartı POS cihazına yaklaştırarak yapılan ödeme türü.
Dünyanın şehirleri
Kütüphane hakkında daha önce yazmıştım. Geçenlerde başımızdan ilginç bir olay geçince tekrar yazmak kısmet oldu. Her kütüphanenin ödünç alınabilecek kitap sayısı konusunda farklı kuralları var. Bizim kütüphanenin çocuk kitapları konusunda sınırı yok. Genelde bir gidişte 6-7 kitap, 2-3 oyuncak alıyoruz çocuklar için. Daha fazlasını zaten taşımak zor oluyor.
Kütüphanede çok az sayıda görevli var. Çalışanlardan bazıları da gönüllü olarak hizmet veriyor. Bu sebeple ödünç aldığınız öğeleri bilgisayara kendiniz kaydediyorsunuz. Girişte bir barkod okuyucu var. Önce kütüphane kartınızı, sonra ödünç aldıklarınızı okutup beraberinizde götürüyorsunuz. Aldıklarınızı geri getirdiğiniz zaman ise kartınızı okutmadan sadece barkodları okutmak yeterli oluyor. Sonra getirdiklerinizi bilgisayarın yanındaki tekerlekli arabaya bırakıyorsunuz. Çalışanlardan veya gönüllülerden birisi bu araba doldukça içindekileri ait oldukları rafa tekrar yerleştiriyor.
Geçen hafta kütüphane sisteminden bir e-posta aldık. Ödünç aldığınız dünyanın şehirleri adlı öğeyi geri getirmediğiniz için günlük 20 cent gecikme cezası ayrıca kaybettiyseniz 55 dolar yenileme ücreti…
Aldığımız kitapların arasına bakıyoruz dünyanın şehirleri diye bir kitap yok ! Ödünç aldığımızı bile hatırlamıyoruz. Acaba kitabı yolda gelirken mi düşürdük, yoksa barkodu okutup da kütüphanede mi bıraktık ?
İşin içinden çıkamayınca kütüphaneyi aramaya karar verdim.
– Merhaba, bana bir e-posta geldi ama burada bahsedilen dünyanın şehirleri kitabı bizde değil
– Üye numaranız nedir ? Size gelen e-postada olması lazım
– XYZ falan filan..
– Tamam ben bunu sizin hesabınızdan düşüyorum şimdi
Telefon görüşmesi 1 dakika bile sürmedi. “Nasıl sizde olmaz kardeşim ? Bilgisayarlı sistemle takip ediyoruz” gibisinden bir cevaba kendimi hazırladığım için söylemeyi planladıklarım boğazıma dizildi. İyi günler deyip telefonu kapatabildim sadece.
Sadece sözlü bir beyan ile işlerin bu kadar hızlı çözülmesine hala alışamamışım demek ki 🙂
Bu olaydan birkaç gün sonra dünyanın şehirleri bizim evdeki koltuğun arkasından çıktı. Meğer ödünç aldığımız oyuncaklardan birinin adıymış.